The EU ETS is limited by a 'cap' on the number of emission allowances. Within the cap, companies receive or buy emission allowances, which they can trade as needed. The cap decreases every year, ensuring that total emissions fall.
Each allowance gives the holder the right to emit:
There are a number of great resources on the regulatory and practical aspects of the system – none better than the EU’s own:
https://eur-lex.europa.eu/legal-content/EN/TXT/?uri=CELEX%3A02003L0087-20230605
https://climate.ec.europa.eu/eu-action/transport/reducing-emissions-shipping-sector_en
https://climate.ec.europa.eu/eu-action/eu-emissions-trading-system-eu-ets/what-eu-ets_en
Şimdi, bu tarih ile iç içe konusu nereden çıktı diyeceksiniz. İstanbul’da doğup büyüyen ve ilk 40 yılını İstanbul ile iç içe yaşayan, son 25 yılda ise yaşamının bir kısmını İstanbul’da bir kısmını New York’ta geçiren biri için şimdi bu tarihle iç içe beş gün olayı da nedir?
Yıllardır beraberce seyahat ettiğimiz dört yakın arkadaşımız ile geçtiğimiz hafta içinde İskoçya’ya gitme kararı aldık. Yeşilköy’den Türk Hava Yolları ile 3 saat 45 dakika sonra Edinburg’dasın. Edinburgh havaalanından araba ile şehre hareket eder etmez, bir anda zaten kendini Orta Çağ’da hissetmeye başlıyorsun. Edinburgh Kalesi’nin eteklerinde kurulu 465 bini biraz geçen nüfusu ile İskoçya’nın ikinci büyük ve Birleşik Krallığı’nda 7.’ci büyük şehri ama ekonomik açıdan Birleşik Krallığın Londra’dan sonra ikinci önemli şehri, Edinburgh. 15 yy’den bu yana da İsoçya’nın Başkenti, yani İskoçya Parlamentosu’nun ve Hanedanlığın merkezi.
Şehrin ismine gelince, Tunç Devrine şöyle bir uzanmanız gerekiyor. Tunç Devrin’de oluşan ve Orta Çağ Avrupası’nda güçlerini oldukça hissettiren Celt’lerin konuştuğu dil olan Celtic lisanında aramak lazım, “Edin”in anlamını. “Eidyn” diye bir bölgeden bahsedilir, o devrin kayıtlarında. Modern İngilizce ise; şehir anlamına gelen “burgh” takısını eklemiş arkasına ve ilk olarak 1124-1127 arası kraliyet kayıtlarında şehrin adı “Edenesburgh” olarak geçmiş.
Edinburgh ne gezmekle biter ne de anlatmakla, çünkü her bir sokağın tarihi ve hikayesi ayrı. İlk gün Edinburgh içinde ve özellikle Edinburgh Kalesi’ni hazmetmek ile geçti zamanımız. Bölgede ilk yaşam izleri MÖ 8,500’lere kadar uzanır. MS 1. yy’de (600’lerde) Romalılar bölgeyi istila edince burada yaşayan ve Votadıni olarak adlandırdıkları bir kavim ile karşılaşırlar. Bilahare İlk ve Orta Çağ’larda Avrupa’da Gododdin olarak karşılaştğımız kavmin Votadini’lerin devamı olduğu söylenir. 1. yy’den sonra bölgenin kontrolü Romalılar’dan Angles (Bugünkü İngilizlere) geçer. O günden sonra da yüzyıllar boyunca İngilizler ile İskoçyalılar arasında tarihin en vahşi, en gaddar muharebelerine rastlanır. Tabii, bunların çoğunluğu da İskoçlar’ın bağımsızlıklarını korumak için verdikleri muharebelerdir.
Bu muharebelerin en anlamlılarından biri de hepimizin çok yakından bildiği “William Wallace” rolünü Mel Gibson’un oynadığı Braveheart Filmi’ne konu olan “Sterling Bridge” ve “Falkirk” muharebeleridir. Braveheart filmi bir sanat eseri olarak olağanüstü bir eserdi ve zaten birçok dalda Oscar ödülü kazandı ama birçok tarihçi tarafından gerçekleri tamamen saptırmakla eleştirildiği için filmin bu yönüne değinmek istemiyorum.
Edinburgh Kalesi’ni keşfettikten sonra, ertesi gün iki saatlik mesafede Sterling Köprüsü’ne yakın Abbey Craig’in en yüksek noktasına kurulmuş olan ve kısacası Wallace Monument (Wallace Abidesi) olarak bilinen ve 1862’de inşasına başlanıp 1869’da tamamlanan William Wallace’nin anıtını ziyarete gittik. Yukarıda bahsettiğim, 1297 Sterling Köprüsü savaşı öncesi Wallace’in bu tepeden İngiliz Kralı Edward I’in ordusunun toplanmasını izlediği ve ona göre muharebenin gidişatına karar verdiği söylenir. 246 basamak tırmandıktan sonra dısarıda ovanın harika bir manzarası ve Anıt’in içinde de Wallace’in 1.63 m ve 3 kg olan kılıcı dahil birçok tarihi eserle karşılaşıyorsunuz.
Andrew Moray ve William Wallace’in komutası altındaki İskoç Ordusu 11 Eylül 1297’de Sterling Bridge’de İngiliz Ordularını ağır bir yenilgiye uğratır ve bu tarihten itibaren Moray ve Wallace İskoçya’nın varisi ilan edilirler. Bir yıl sonra, Nisan 1298’de İngiltere Kralı Edward İskoçlar’a tekrar saldırır ve bu kez Falkirk’de İskoçları hezimete uğratır ve Wallace kaçarak canını kurtarır. 7 yıl firarda iken İngiliz Krallığı’na karşı direnme hareketlerine devam eden Wallace, 5 Ağustos 1305’te Edward’a yakınlığı ile bilinen İskoç şövalyesi John de Menteith tarafından ihbar edilerek İngiliz askerleri tarafından yakalanır. 23 Ağustos 1305’te çok kısa süren bir duruşma sonucu ölüme mahkum edilir. Öldürülme şekli çok fecidir.
Wallace Efsanesine bu şekilde son verdikten sonra, ertesi gün Viski imalathanelerine ziyaretlerimiz ve single malt viski tatma merasimlerimize devam ettik. Merasim diyorum çünkü bu işin gerçekten bir ritüeli var. Single Malt Vİski ve tarih sevenler için İskoçya bir cennet. İnsan ayrılmak istemiyor. Highlands denilen dağlık bölgelerin tam eteğinde Edradour Whisky damıtım merkezi yani kısacası viski imalathanesini ziyaretimiz ardından çok sevimli küçük bir şehir olan ve Hihglands’e açılan kapı olarak bilinen Pitlochry’de kısa bir tur ve enfes bir yemek ardından Edinburgh’a hareket.
Notlarıma, Masonların ve Tapınak Şövalyeleri’nin mabedi olarak bilinen Rosslyn Chapel’e değinmeden son vermek İskoçya’ya ve kendime haksızlık olur. Rosslyn Chapel’i Dan Brown’un kitaplarını seven özellikle Da Vinci Code’u okuyanlarınız çok iyi bilirler. İnşasına 3. Orkney Prensi William St. Clair tarafından 1446’da başlanmış ve inşaat 40 yıl sürmüştür. İskoçya ve İngiltere’nin en meşhur masonlarının taş işçiliklerini yaptığı bu Chapel başlangıçta bir katolik kilisesi olarak kapılarını açar. 1560 İskoçya Reformu’ndan sonra bir müddet kapalı kalır ve 1861’den sonra İngiltere Başpiskoposluğuna bağlanır. Rosslyn Chapel belki İskoçya’nın en güzel mimarisine sahip binalarından biri ve şüphesiz en usta taş işçiliğini sergileyen binası ama bence asıl ününü mimarisinden değil, içinde barındırdığı efsanesinden alıyor. Rosslyn Chapel, Masonlar ve Şövalyeler ile ilgili birçok efsaneye konu olmuştur ama bunlardan, Dan Brown sayesinde en çok bilineni, Kilise’nin derinliklerinde duvarla örtülü özel bir bölmede İsa’nın son yemeğinde kullandığı Kutsal Kase (Holly Grail) ve Carmiha gerildiği Haç’ın parçalarının saklı olması. Bu parçalar yine bazı söylentilere göre 12 yy’de Kudüs’e gelen Tapınak Şövalyeleri tarafından bulunup, 15 yy’de İskoçya’ya getirilmiş ve Rosslyn Chapel inşası esnasında temelinde özel bir bölüme saklanmış.
Single Malt viski eşliğinde Tarih, Cadılar, Savaşlar, Efsaneler, Şatolar ve olaganüstü doğa ile iç içe beş gün nasıl geçti anlamadım. En kısa zamanda tekrar görüşmek üzere İskoçya’ya şimdilik veda ettik ama kesin tekrar döneceğim, çünkü daha görülecek çok yer ve öğrenilecek çok şey var.